31 Aralık 2012 Pazartesi

"La oğlum taş vurmayın"

Şu haberin videosu ve dahi videoda arkada sesinin kayda alındığının büyük ihtimalle farkında olmayan adam o kadar güzel özetliyor ki herşeyi.



Tablo tanıdık, ezberden; bir miting, polis, taş atan çocuklar, provokatörler, planlar, hesaplar, kışkırtmalar, öte yandan provoke edilecek bir durumun reddedilemez varlığı.

Taş atanlar ve "taş atmayın oğlum" diyenler polis nezdinde bir safta, derken bir talihsizlik ve çamura saplanan çevik kuvvet aracı. İmdadına yetişenler ise, birkaç dakika önce üzerine su sıkılan göstericiler. 

Tam da bizlik bir tablo, her karesi ve her figürüyle.

Abinin olaylar karşısında suçladığı kişiler ve içten sitemi ise düşündürücü: 

"Ne ettiler bize yaw"

26 Aralık 2012 Çarşamba

Çık Kuyudan

-Zeynep çık kuyudan
-Ben çıkmam kuyudan *


Herkesin bir kuyusu olmalı. Herkes Yusuf olmasa da ya da bir Yusuf'u olmasa da.
Bir kuyusu olmalı. Bazen atıldığı, kardeşleri tarafından; bazen kendi rızasıyla, kendini attığı. Derin ve suyu serin bir kuyu.

Kapağı açılıp içeri yankılanan o sesin sahibini bilmeden, tanımadan, itibar edeceği sözleri olmalı. Sesini duyuramasa da sesini duyduğu. İtibar ettiği, ama itibar ettiğinin bilinmediği sözleri.

"Dışarı"sının olduğunu bildiği ama oraya çıkmadığı zamanlar olmalı sonra. Kuyu, başında bekleyeninin olmadığı bir yer olmalı. "Umma ki küsmeyesin"i hayat düsturu edinmiş olmalı kuyuda, belki de sırf bunu anlayabilmek için olmalı tüm kuyu macerası. Gelip geçenler sadece gelip geçenlerdir.

Belki farkında olmadan suyundan içirdikleri, kuyunun başında bekleyen olmasa da rastgele karşılaştığı, olmalı.

Nerden biliyor olabilirdik ki başka? Ben bir kuyuda, sen kuyunun başındayken tanışmışımdır en fazla sesinin yankısıyla. Yoksa sen bir Yusuf, ben bir Züleyha, olacak değil ya!

Ve "Çöl çok güzel" dedi Küçük Prens, "çünkü bir yerlerinde bir kuyu gizliyor."


ZEYNEP VE UZAKTAN FIRAT ÜZERİNE İKİLİ ANLATIM

7 Aralık 2012 Cuma

Toprak Çekmesi


Dilimizde, ölüme yaklaşıldığı zaman memlekete dönme isteğinin kabarması hissini anlatmak için kullanılan bir deyimdir “Toprak çekmesi”. Bir yolculuğa niyet etmiştik, gittiğimiz yer ne bizim memleketimizdi ne de öleceğimizi hissetmiştik. Toprak çekiyordu bizi ama dirilmek içindi bu kez bu çağrı. Güzergâhımız Diyarbakır-Mardin-Şanlıurfa, vaktimiz 6 gün. Bir gezi, planlama, yaşama ve hatırlama safhalarından oluşur. Son safha hiç bitmez. İşte biz de o safhaya girdik, planlamak ve yaşamak aşaması belki 1 ay sürdü ama yaşadıklarımızı hatırlamak öyle 1-2 ayda unutulmuyor.

Ülkemizin güneydoğusuna bir seyahat planlıyorsanız en uygun mevsim bahar, özellikle nisan mayıs aylarıdır. Yaz aylarının sıcak ve kurak havaları o iklime alışkın olmayanlar için zorlayıcı bir hal alabiliyorken, kışın ise ulaşımsal problemler yüzünden sorunlar çıkmaktadır.

Yolculuk esnasında yanınıza başka seyahatlerden farklı olarak almanızı tavsiye edebileceğimiz bir şey varsa o da midenizi rahatlatacak, hassasiyetinizi hafifletecek birkaç ilaç almanız. Hem yemeklerin yağ ve baharatlarının ağırlığı ve hem de lezzetleriyle kalkamadığınız sofraların çokluğu açısından bu önemli.

Diyarbakır 

Gece yarısından sonra İstanbul’dan kalkan uçağımız 3.00 sularında Diyarbakır Havalimanı’na vardı. Bu aralar tadilata giren Diyarbakır Havalimanı küçük bir havaalanıydı ama güler yüzlü ve yardımsever personeliyle daha baştan seyahatimizin güzel geçeceğinin sinyallerini verdi bize. Biraz uyuklama biraz da sohbetle geçirdiğimiz birkaç saatin sonunda aldığımız tüyolarla birlikte konaklayacağımız yere doğru yola çıktık. Havaalanı şehir merkezine oldukça yakın, taksiyle ya da belediye otobüsleriyle kısa sürede istediğiniz yere gitmeniz mümkün. Her şehirde olduğu gibi bu şehirlerde de dikkat etmeniz gereken ilk şey sizi turist ve yabancı olduğunuz için sui-istimal etmeye kalkan taksiciler. Taksimetrede yazan fiyatın üstünde isteyip taksimetrenin bozuk olduğunu söyleyebilirler, bize yaptıkları gibi.

Diyarbakır’ın tamamını gezmek, belki birkaç köyü de ziyaret etmek için birkaç gününüzü ayırmanız gerekebilir. Biz ancak 1 gün 1 gece kalabileceğimiz için sadece Sur ilçesini ve Diyarbakır Hapishanesi’nin olduğu bölgeyi gezebildik.

Sur İlçesi, Diyarbakır’ın dört merkez ilçesinden biridir. Surlarla çevrili olduğu için kendisine Sur denen ilçe adeta bir açık hava tarihi müzesi şeklinde. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan bu bölgenin tarihi M.Ö. 7500’lere uzanmaktadır. Bu topraklar üzerinde yaşamış uygarlıklardan en bilinenleri Hurriler, Mitanniler, Hititler, Asurlar, Medler, Persler, Büyük İskender, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Osmanlılar’dır. Bu kadar çok sayıdaki uygarlığın her biri bir öncekinin zengin tarihi ve kültürel birikimini katlayarak ilerlemiş ve bu ilçenin kültürel bir merkez oluşuna katkıda bulunmuşlardır.. Suriçindeki tarihi yapıların hepsini bir günde gezmek de çok mümkün değil. Eğer 2-3 gününüz varsa sadece Suriçi’nde ziyaret edebileceğiniz 70’i geçkin tarihi ve turistik mekan mevcut. Bizim sadece bir günümüz olduğu için bir takım elemeler yapmak zorunda kaldık.

Dağkapı, Urfakapı, Mardinkapı ve Yenikapı şeklinde dört büyük kapısı olan yuvarlağa yakın bir coğrafi yapıya sahip surların, ne zaman ve kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir. 5.5 km uzunluğuyla Çin Seddi’nden sonra ikinci en uzun sur olma unvanına sahip.

Eşyalarımızı gece konaklayacağımız yere bırakıp sabahın erken denilebilecek bir vaktinde turumuza başladık. Yürüme mesafesindeki Dağkapı tarafına gidip, surların iç bölgesine girmeden,  buralara Mezopotamya denmesinin iki sebebinden biri olan Dicle Nehri’ne selam verip destur aldık.

Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen, Müslümanların bu bölgeyi fethiyle birlikte kentin en büyük kilisesinin camiye çevrilmesi ile oluşturulmuş Ulu Cami’yi ziyaret ettikten sonra hemen karşısında Hasan Paşa Han’ında kahvaltı keyfine daldık. Bu topraklarda “Çayın en azı üçtür ekserisi için sınır yoktur” düsturunun benimsendiğini masaya gelen demlik demlik çayları görünce anlıyorsunuz. İstanbul’da bir tost bir çay fiyatına, mükellef bir sofrada kahvaltı yapınca iştahınız açılabilir. Kahvaltının ardından Hasan Paşa Hanı’nı inceleyip, hanın alt katında dünyadaki pek çok kitapevini kıskandıracak nitelikte ve güzellikte Ensar Kitapevi’ne uğramayı ihmal etmedik. Ulu Cami’nin hemen yanındaki Mesudiye Medresesi ve yürüme mesafesindeki Zinciriye Medresesi de görülmeden dönülmeyecek yerler arasındadır.

Diyarbakır Cezaevi Manzaralı Damlar

Suriçi’ni gezmeye biraz ara verip, yıllarca hakkında pek çok şey okuduğumuz, şahitlerinden dinlediğimiz adeta bir döneme tanıklık etmiş ve gün gelip de eşyanın şahitliği söz konusu olduğunda söyleyecek pek çok sözü olduğunu düşündüğümüz Diyarbakır Cezaevi’nin yolunu tuttuk. Yüksek duvarları ve adım başı nöbetteki askerleriyle içeriyi görmemiz pek mümkün gözükmüyordu. Görmeden birkaç fotoğraf çekmeden oradan ayrılmamayı düşünüyorduk ama bunun nasıl gerçekleşeceğini pek kestiremiyorduk. Biraz etrafa bakınınca cezaevinin birkaç alt sokağındaki tek minareli ufak bir cami gözümüze çarptı. Minaresine çıkabilirsek içeriyi görebiliriz ümit ve düşünceleriyle cami avlusuna gidip meramımızı anlatınca, tek bir soru sormadan, minarenin anahtarını bulmaya çalışan cami cemaati insanlığa dair inancımızı artıran bir topluluktu. Telefon görüşmelerinin ve koşuşturmaların neticesinde anahtarın sadece imamda olduğunu ve onun da camiye gelmesinin 2-3 saat çekeceğini öğrendik. Tam “Nasip değilmiş o zaman” diyecekken, “Bizim evin damı cezaevini görüyor, oradan çekseniz bir mahsuru olur mu sizin için” diyerek bizi evine davet eden abinin peşinden gittik. Burada garip olan, bizim hiç tanımadığımız birinin evinin damına çıkıp cezaevi fotoğrafı çekmemizden ziyade; hiç tanımadıkları, İstanbul’dan geldiğini söyleyen 3 kızın, cezaevini fotoğraflamak isteğine verdikleri güven ve samimiyet dolu tepkileriydi. Diyarbakır Cezaevi manzaralı damlara sahip evlerin önünden geçip Suriçi’ne dönerken, birçoğu bir hiç uğruna işkence gören, can veren insanları düşünüp, birbirimize şunu sorduk: Peki ya biz rol yapmış olsak? Bir görev icabı ya da değil, onlara zarar verme niyetinde olsak, sırf bu yardımları bahane edilerek bile verilebilecek bir sürü zarar var o insanlara. Ve cevapsız sorularımıza bir yenisi eklendi: “Bu insanlar bize, “öteki”ne hala neden güveniyorlar?”. Hiçbir kirli elin, dilin çözemediği bir soru bu, nedeni belki önemli ama ondan önemlisi “Bu insanlar bize iyi ki hala güveniyorlar”.

Perşembe İkindisine Cum’a Denen Yerler
Geldiğimiz yoldan Dağkapı tarafına geri dönüp, İçkale denilen kısmı ziyarete başladık. Burası size adeta asırlar arası seyahat ediyormuşsunuz hissi veriyor. Çok farklı tarihlerde, farklı uygarlıklar tarafından, farklı mimari özellikleri olan yapıları bir arada görmeniz mümkün. O gün günlerden perşembeydi ve ikindi vakti yaklaşmak üzereydi. İçkale’deki eserlerden,  Hz. Süleyman Cami denilen yer, Halid Bin Velid’in oğlu Süleyman ve onunla birlikte şehit düşen 27 sahabenin kabirlerinin bulunduğu yer. İçkale’deki turistik kalabalığın yanı sıra, Hz. Süleyman Cami’deki izdiham gibi kalabalık ve sesli bir şekilde okunan Kur’an-ı Kerim’e bir süre anlam veremedik. Kalenin üst kısmından acaba cenaze mi var yorum yaparken yanımızdaki orta yaşlı bir amcaya kalabalığın sebebini sorduk. Diyarbakır şivesiyle “Bugün cum’adır ya, burada her hafta cum’a günü toplanılır, böyle Kur’an okunur” diye cevap verdi. Biz refleks olarak bugün cum’a değil ki Perşembe dedik ama çok geçmeden, İslamiyet’in zaman taksimi ve burada hala yaşatılan bir uygulama olduğu zihinlerimize kazınmış oldu.
İçkale’de bulunan eserleri gezip inceledikten sonra, hemen oradaki merdivenlerden kalenin üstüne çıkıp, Ahmed Arif şiirleri eşliğinde, manzara keyfi yapabilirsiniz. Gün ikindiye dönmüş olsa da daha gezilip görülecek çokça yer vardır. Mardinkapı’ya doğru yola koyulmak ve bu yol üzerinde biraz girintili çıkıntılı ilerlemek suretiyle Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmet Arif Müzeleri’ni de es geçmemek gerekir. Diyarbakır farklı dini öğeleri bünyesinde barındıran şehirlerimizden biri olması hasebiyle pek çok kiliseye de rastlayabileceğimiz bir yer. Pek çoğunun hali hazırda cemaatleri olan bu kiliselerin de hepsini olmasa da birkaçını görme fırsatımız oldu. Aziz Petyün Kilisesi bunlardan biri.  Mardinkapı’ya doğru ilerleyişimiz devam ederken, Balıkçılarbaşı semtinde bulunan Dört Ayaklı Minare olarak bilinen eseri ve camisi de incelemeye değer. Bu minare, camiden ayrı dört sütun üzerinde yükselen kare planlı mimarisiyle Anadolu’daki tek örnektir. Bu ziyaretten sonra, görmeden geri gelmeyin diyebileceğimiz “Dengbêj Evi”nde bulduk kendimizi. Dengbêj sözcüğü deng (ses) ve bej-tin (söylemek) sözcüklerinden oluşan Kürtçe bir birleşik sözcüktür. Dengbêj ülkemizin bir takım bölgelerindeki, âşıklık-ozanlık geleneğine benzer bir Kürt geleneğidir. Mutluluk, üzüntü, sevgi, keder, trajedi gibi olayları müzik aleti olmadan ritim ve melodilerle süsleyen kişilere Dengbêj denmektedir. Kürtlerin sözlü tarih alanında önemli bir yere sahip bu geleneği hala yaşatmaya çalışan bu insanlar Diyarbakır’daki Dengbêj Evi ve Kültür Bürosu’nun kapılarını ziyaretçilere açmışlar. Oradaki güzel insanlarla tanışıp, çaylarını içip ayrıldık. Dengbêj evinin hemen yanındaki Behram Paşa Cami’yi de ziyaret edip başka bir yere uğramadan Mardinkapı’ya gittik.

“Mardinkapı’sından atlayamadım” diye başlayan meşhur türkü, sanılanın aksine Mardin değil bir Diyarbakır türküsüdür. Eskiden Diyarbakır’ı Mardin’e bağlayan yola baktığı için Mardinkapı denilmiş buraya. Kapıdan surların dışına çıkıp, karşıya geçerek önünüze çıkacak mezarlığın hemen altında oturup manzarayı seyre dalın. Suzan Suzi türküsünden aşina olduğumuz Kırklar Dağı, Suzan’ın saçlarının toprağa karıştığı serin Dicle suyu ve yine türküde yer bulan On Gözlü Köprü ayaklarınızın altında.

Uzun ve yorucu günün ardımdan artık yemek vakti gelmişti. Diyarbakır'ın meşhur lezzetlerini tadabileceğiniz, Kaburgacı Selim Amca'nın yerinde ziyaretimizi zirvede bırakmış olduk. Etten pek hazzetmeyen ben bile, hayatımda ilk kez bir lezzet alarak et yemiş oldum. Bu arada aslında tarifesi biraz tuzlu olan buranın güleryüzlü personeli unuttukları ayran sayesinde hesabı neredeyse yarı yarıya düşürdü =)

İşin sadece gezme tozma boyutuydu tüm bu anlattıklarım aslında. Tüm bunlar, Diyarbakır'ın genci yaşlısı kibar ve kalender  insanları, yüzyıllar arasında geziniyormuş hissi hala uyku ve uyanıklıkta yanıbaşımızda bizi diri tutmaya yetiyor.

Bu da Diyarbakır hatırası olsun. Bütün "diyarbakır gibi düşündüklerimiz"e gelsin :

http://www.youtube.com/watch?v=wq7vzbyyID0



18 Kasım 2012 Pazar

Yalnızca öldürebileceklerim yaşar benim içimde

İnsan içinden başlar ölmeye. Her geçen günle biraz daha yitirir canlılığını, biraz daha solar. Bazen yavaş yavaş , bazen keskin ve belirgin, bazen de beklenmedik bir şekilde ölürüz.

Önce yaşamak diyorduk oysa. Ekmek arası yaşamak, iki namaz arası yaşamak, bir aktarma vaktince yaşamak, önüm arkam sağım solumlarca yaşamak. Yaşamaktan çokça bahsetmek ölümü unutturur sanıyoruz ya, her yaşamak dediğimizde biraz daha tüketmişiz nefesleri.

Yaşamaktan kastımız bile ölmekmiş aslında, içinde ölümü barındırmayan tek bir yaşamak yokmuş. Öyleyse bırakalım birbirimizi kandırmayı, ölmek diyelim ve başlayalım ölmeye.

Tutsam da kendimi öldürmeye senden başlasam, öbüründen başlasam, bugün birini yarın bir başkasını toprağa versem. Ölmeye içimden başlasam yani.

Hani bir yerden başlasam.
Ölmekle başlasam.

Ne de olsa yalnızca öldürebileceklerim yaşar benim içimde.


11 Kasım 2012 Pazar

İdare Ediver


Bazı şeyler sadece bazıları için ve bazılarıyla yapıldığında özeldir. Sevdiğiniz biriyle bir şey yaparsınız o artık sizin mahreminiz olur, hatırlar gülersiniz, hatırlar ağlarsınız, hatırlar bir daha yaparsınız, unutursunuz o hatırlatır. Bir yere gidersiniz, bir kitap alırsınız, bir şiir okursunuz, bir mısrayı onunla özdeşleştirirsiniz, bir poz verirsiniz.. İstersiniz ki günler, yıllar, aylar geçse de bunlar öyle aranızda kalsın, size sadece onu hatırlatsın. Ama gelin görün ki insanın en büyük hayal kırıklığı yine insana dairdir.

İşte böyle mazide kalmış bir arkadaşlığa dairdir :



Bu sana ilk şiirim başka yazamayabilirim
Ama mektup yazarım onda sıkıntı çekmem
Ben ne mektuplar yazardım tende slayt gösterisi
Aslında bunları yan yana yazıp adına mektup da diyebilirsin
Ne de olsa artık her şey en az kendisi oluyor

Bazen bir karın ağrısıdır, beti atık bir beniz
Aklı başa getiren
Bir dizi düzlük var bizi bize baktıran
Bizi aynı düzlemde eşitleyip duruyor bu düzen
Yan yana oturuyoruz tahtalarda durmadan
Sen gittin hoca Yaprak Dökümü dizisini Freud’la açıklıyor
Sen olsaydın ve son birkaç ay olmasaydı
Bolca gülerdik, -bu arada
Ben somurtmaktan da çok sıkıldım
23’te ölecektim belki de hiç sorun olmayacaktım
Küçük dağlar benden sorulur ama üzgünüm
Ya bu aslanı güdeceksin ya bu çileyi çekeceksin-
Diyor ki hiç rüya görmüyorsak
Süperego varmış, çok katı eğitim almışızdır
Rüyalara bile izin vermezmiş bu zihinsel sansür
Sansüre hayır de, beni de kat görüntülere
Uyku ve uyanıklıkta, hastalıkta sağlıkta
Beni gör, beni duy, bana gül yine

Ben sana toplanalım demek istedim
Sen tuttun beni senle çarptın
Bir sayı çarpma işlemine göre tersiyle çarpılınca
1 çıkar, yüksek matematikçi
Ki 1, bilinir ki birim elemanıdır çarpmanın
Durduk yerde dursaydık bari neden bu kadar geriye geldik
Toplansaydık eğer paydaları eşitleyip
Bizden ne afili rasyoneller çıkardı
Birim elemanın solunda biriktiriyoruz sıfırları
Seni görmezden gelmek bilesin ki en büyük göz kusuru
Gözümdeki kusur exponential olarak artıyor

Hoca şimdi de Fatmagül’ün suçu ne ve Yaşaranlara girdi
“Her hafta bakıyorsun aynı yerdeler” diyor
Sen yine de bana güvenme
Hem Freud’un yokluğuna iman eden ben
Senin yerinde olsam
Bence de bana dost demezdim
Ama benim düşmanlığım da çekilmez
Elime yüzüme bulaştırıyorum bi de
Vicdanım karaciğerini zorlamış demeye getirdi doktor

Herkesler alfabeyi sökmeden gidiyor
Ben de seninle konuşamıyorum ol sebepten
Görüyorsun kafiye bile uyduramıyorum
Uyduruğum, uyduruklar, uyduruksun
Ne yaparsam yapayım al işte yoksun

Ben bu dünyayı sevemedim
Geldiğim yere gönderilene kadar beni idare ediver
Oraya küs girmeyelim
Gerisi Allah Rahim

İki Nokta

Evvela belirtmeliyim ki, sözlerimizde isabet varsa Allah'ın lütfudur, kusur etti isek sığınacağımız yer O'nun affıdır.

Uzunca bir zaman kendi gidişatımızı, terakkimizi sabit sandığımız şeylere bakarak ölçtük. Bu bazen insanlar bazen mekanlar bazen de zaman dilimleri oldu. İlerlediysek ondan ne kadar ilerde olduğumuzu, yükseldiysek irtifamızı, uzaklaştıysak araya giren zamanları hep ayrı ayrı, sabit telakki ettiğimiz şeylerle mukayese ettik. 

Bu uzun zamanlar daha da uzadı, o zaman dilimlerinde ilerledik, yükseldik, mesafe kat ettik mülahazasıyla günler geçirdik. 

Ta ki, bizim birileri için birer "sabit" olduğumuzu anlayana kadar. 

Yıllarca gidiyoruz sandığımız şey sadece basit bir fiziki göz yanılgısından ibaretmiş. Onlar duruyor da biz gidiyoruz sanıyorken meğer biz duruyor onlar gidiyormuş. Biz onları sabit, bir yere gitmez, kadim sanırken asıl  onlar bizi öyle görmüş ve gidenler, ilerleyenler, uzaklaşanlar hep onlar; kalanlarsa biz olmuşuz. 

Hayat bazen işte tam da böyle Üryanizade Cami'nin penceresinden bakmak gibi hissettiriyor kendini bize. 

Kör değiliz ama görmüyoruz. Hayat grafiğimizi elimizde olduğunu sandığımız kalemle çok güvendiğimiz algılarımıza teslim ediyoruz. Nereye bakalım da çizelim - bulalım yolumuzu, hangi yolun sadık yolcusu olalım diyorsanız buyrunuz size dünya ve ahiret reçetesi nevinden iki nokta:

İlki Nokta-i istimdat: Kelimenin kökeninde yatan heceler aslında ipucunu veriyor: medet, imdat. Her türlü ihtiyaç, talep ve arzuların giderilmesinde medet istenecek nokta anlamına geliyor bu tabir. 

İnsan yaratılmış herşeye doğrudan ya da dolaylı olarak muhtaçtır, ihtiyacı olmasa dahi bir takım nefsi dürtüler bunları istemeye zorlar insanı. Her vicdan ise, insanın hem kainata hem de kainatta yaratılan her şeye ayrı ayrı olan ihtiyacının giderilebileceği bir mecranın varlığının farkındadır. Bu fıtri ihtiyaç ve bu ihtiyaçların giderilebileceğine dair vicdani şuur "veren elin cömertliği-talep eden vicdanın mahcubiyeti" çerçevesinde şekillenir. Ve işte insanların imani olarak ayrıştığı yer tam da burasıdır. Ortaya çıkan vicdani teveccühün kimlere ve ne şekilde yönlendirileceği konusunda insanlar arasında farklılık çıkar. Her âdem, kendi âleminin Rabbine , rab telakki ettiği mahbub ve mabudlara, kendi ya da kitabi usülunce kullukla bu vicdani sese karşılık ses veriyor. 

 
İkincisi Nokta-i istinat: İstinat kelimesi "dayanma,yaslanma" olarak çevrilmiş günümüz Türkçesine. Hani Arşimet'in meşhur "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım" sözünde geçen dayanma noktası.

İstimdat noktasını açıklarken bahsettiğimiz ihtiyaçları temin etme ve sair dünya halleri için insanın kendi acziyetini bilmesi ve bu acziyetten bir azizlik çıkarması gerekmektedir. Öyle bir merciye müracaat edeceksiniz ki oradaki acziyetiniz ölçüsünde azizlik kazanasınız. En küçük bir mikroptan, bakteriden, haşerattan mikro alemlerden tutun da galaksilerin gezegenlerin makro alemlerin de sahibi olan bir Rab telakkisi insanın nihayetsiz ihtiyacına karşılık verir, ama aynı zamanda aczini de bilir, bildirir. Yaratılmış zararlı, dehşetli ve tehlikeli pek çok şey insanın başına gelebilecek türlü felaketler karşısında insan nasıl olur da kendini emin hisseder, huzurlu bir hayat yaşar sorusunun cevabı ise bu nokta-i istinat sırrında saklıdır. 

Vicdan içinden yükselen sesleri layıkıyla susturabilmenin yolunu dayanacağı bir sığınakla bulur, o sığınağa dayanır, güvenir, başına gelecek her türlü tehlikeyi yaratanla kendisini yaratan ve eşref-i mahlukat diye isimlendirenin aynı Zat olduğunu hatırlar. 

Bütün bir hayat gailesinin sırrı hep bu iki noktada gizliymiş gibi gelir bana hep. Her dara düştüğümde, yolda kaldığımda, yolda bırakıldığımda, kalbim kırıldığında dönüp de yanlış nerede diye sorup keşkelerin havada uçuştuğu ortamlarda hatırlamam gereken sadece bu iki nokta. Kimden medet istiyorsun? Kime dayanıyorsun?

Bir görünüp bir kaybolan, kendi ilerleyişimizi ölçeceğimiz, gelip geçiçi olmasa bile kalıcı olmayacak dayanak noktalarından bıkmadık mı? Ya imdat edilmeyen feryadlarımız, kulak kesilmesini istediğimiz herkesin bize sağır olması?

Ne demişti Züleyha: "Ben Yusuf'u Yusuf'tan değil, Yusuf'un Rabbinden isterim."