7 Aralık 2012 Cuma

Toprak Çekmesi


Dilimizde, ölüme yaklaşıldığı zaman memlekete dönme isteğinin kabarması hissini anlatmak için kullanılan bir deyimdir “Toprak çekmesi”. Bir yolculuğa niyet etmiştik, gittiğimiz yer ne bizim memleketimizdi ne de öleceğimizi hissetmiştik. Toprak çekiyordu bizi ama dirilmek içindi bu kez bu çağrı. Güzergâhımız Diyarbakır-Mardin-Şanlıurfa, vaktimiz 6 gün. Bir gezi, planlama, yaşama ve hatırlama safhalarından oluşur. Son safha hiç bitmez. İşte biz de o safhaya girdik, planlamak ve yaşamak aşaması belki 1 ay sürdü ama yaşadıklarımızı hatırlamak öyle 1-2 ayda unutulmuyor.

Ülkemizin güneydoğusuna bir seyahat planlıyorsanız en uygun mevsim bahar, özellikle nisan mayıs aylarıdır. Yaz aylarının sıcak ve kurak havaları o iklime alışkın olmayanlar için zorlayıcı bir hal alabiliyorken, kışın ise ulaşımsal problemler yüzünden sorunlar çıkmaktadır.

Yolculuk esnasında yanınıza başka seyahatlerden farklı olarak almanızı tavsiye edebileceğimiz bir şey varsa o da midenizi rahatlatacak, hassasiyetinizi hafifletecek birkaç ilaç almanız. Hem yemeklerin yağ ve baharatlarının ağırlığı ve hem de lezzetleriyle kalkamadığınız sofraların çokluğu açısından bu önemli.

Diyarbakır 

Gece yarısından sonra İstanbul’dan kalkan uçağımız 3.00 sularında Diyarbakır Havalimanı’na vardı. Bu aralar tadilata giren Diyarbakır Havalimanı küçük bir havaalanıydı ama güler yüzlü ve yardımsever personeliyle daha baştan seyahatimizin güzel geçeceğinin sinyallerini verdi bize. Biraz uyuklama biraz da sohbetle geçirdiğimiz birkaç saatin sonunda aldığımız tüyolarla birlikte konaklayacağımız yere doğru yola çıktık. Havaalanı şehir merkezine oldukça yakın, taksiyle ya da belediye otobüsleriyle kısa sürede istediğiniz yere gitmeniz mümkün. Her şehirde olduğu gibi bu şehirlerde de dikkat etmeniz gereken ilk şey sizi turist ve yabancı olduğunuz için sui-istimal etmeye kalkan taksiciler. Taksimetrede yazan fiyatın üstünde isteyip taksimetrenin bozuk olduğunu söyleyebilirler, bize yaptıkları gibi.

Diyarbakır’ın tamamını gezmek, belki birkaç köyü de ziyaret etmek için birkaç gününüzü ayırmanız gerekebilir. Biz ancak 1 gün 1 gece kalabileceğimiz için sadece Sur ilçesini ve Diyarbakır Hapishanesi’nin olduğu bölgeyi gezebildik.

Sur İlçesi, Diyarbakır’ın dört merkez ilçesinden biridir. Surlarla çevrili olduğu için kendisine Sur denen ilçe adeta bir açık hava tarihi müzesi şeklinde. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan bu bölgenin tarihi M.Ö. 7500’lere uzanmaktadır. Bu topraklar üzerinde yaşamış uygarlıklardan en bilinenleri Hurriler, Mitanniler, Hititler, Asurlar, Medler, Persler, Büyük İskender, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Osmanlılar’dır. Bu kadar çok sayıdaki uygarlığın her biri bir öncekinin zengin tarihi ve kültürel birikimini katlayarak ilerlemiş ve bu ilçenin kültürel bir merkez oluşuna katkıda bulunmuşlardır.. Suriçindeki tarihi yapıların hepsini bir günde gezmek de çok mümkün değil. Eğer 2-3 gününüz varsa sadece Suriçi’nde ziyaret edebileceğiniz 70’i geçkin tarihi ve turistik mekan mevcut. Bizim sadece bir günümüz olduğu için bir takım elemeler yapmak zorunda kaldık.

Dağkapı, Urfakapı, Mardinkapı ve Yenikapı şeklinde dört büyük kapısı olan yuvarlağa yakın bir coğrafi yapıya sahip surların, ne zaman ve kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir. 5.5 km uzunluğuyla Çin Seddi’nden sonra ikinci en uzun sur olma unvanına sahip.

Eşyalarımızı gece konaklayacağımız yere bırakıp sabahın erken denilebilecek bir vaktinde turumuza başladık. Yürüme mesafesindeki Dağkapı tarafına gidip, surların iç bölgesine girmeden,  buralara Mezopotamya denmesinin iki sebebinden biri olan Dicle Nehri’ne selam verip destur aldık.

Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen, Müslümanların bu bölgeyi fethiyle birlikte kentin en büyük kilisesinin camiye çevrilmesi ile oluşturulmuş Ulu Cami’yi ziyaret ettikten sonra hemen karşısında Hasan Paşa Han’ında kahvaltı keyfine daldık. Bu topraklarda “Çayın en azı üçtür ekserisi için sınır yoktur” düsturunun benimsendiğini masaya gelen demlik demlik çayları görünce anlıyorsunuz. İstanbul’da bir tost bir çay fiyatına, mükellef bir sofrada kahvaltı yapınca iştahınız açılabilir. Kahvaltının ardından Hasan Paşa Hanı’nı inceleyip, hanın alt katında dünyadaki pek çok kitapevini kıskandıracak nitelikte ve güzellikte Ensar Kitapevi’ne uğramayı ihmal etmedik. Ulu Cami’nin hemen yanındaki Mesudiye Medresesi ve yürüme mesafesindeki Zinciriye Medresesi de görülmeden dönülmeyecek yerler arasındadır.

Diyarbakır Cezaevi Manzaralı Damlar

Suriçi’ni gezmeye biraz ara verip, yıllarca hakkında pek çok şey okuduğumuz, şahitlerinden dinlediğimiz adeta bir döneme tanıklık etmiş ve gün gelip de eşyanın şahitliği söz konusu olduğunda söyleyecek pek çok sözü olduğunu düşündüğümüz Diyarbakır Cezaevi’nin yolunu tuttuk. Yüksek duvarları ve adım başı nöbetteki askerleriyle içeriyi görmemiz pek mümkün gözükmüyordu. Görmeden birkaç fotoğraf çekmeden oradan ayrılmamayı düşünüyorduk ama bunun nasıl gerçekleşeceğini pek kestiremiyorduk. Biraz etrafa bakınınca cezaevinin birkaç alt sokağındaki tek minareli ufak bir cami gözümüze çarptı. Minaresine çıkabilirsek içeriyi görebiliriz ümit ve düşünceleriyle cami avlusuna gidip meramımızı anlatınca, tek bir soru sormadan, minarenin anahtarını bulmaya çalışan cami cemaati insanlığa dair inancımızı artıran bir topluluktu. Telefon görüşmelerinin ve koşuşturmaların neticesinde anahtarın sadece imamda olduğunu ve onun da camiye gelmesinin 2-3 saat çekeceğini öğrendik. Tam “Nasip değilmiş o zaman” diyecekken, “Bizim evin damı cezaevini görüyor, oradan çekseniz bir mahsuru olur mu sizin için” diyerek bizi evine davet eden abinin peşinden gittik. Burada garip olan, bizim hiç tanımadığımız birinin evinin damına çıkıp cezaevi fotoğrafı çekmemizden ziyade; hiç tanımadıkları, İstanbul’dan geldiğini söyleyen 3 kızın, cezaevini fotoğraflamak isteğine verdikleri güven ve samimiyet dolu tepkileriydi. Diyarbakır Cezaevi manzaralı damlara sahip evlerin önünden geçip Suriçi’ne dönerken, birçoğu bir hiç uğruna işkence gören, can veren insanları düşünüp, birbirimize şunu sorduk: Peki ya biz rol yapmış olsak? Bir görev icabı ya da değil, onlara zarar verme niyetinde olsak, sırf bu yardımları bahane edilerek bile verilebilecek bir sürü zarar var o insanlara. Ve cevapsız sorularımıza bir yenisi eklendi: “Bu insanlar bize, “öteki”ne hala neden güveniyorlar?”. Hiçbir kirli elin, dilin çözemediği bir soru bu, nedeni belki önemli ama ondan önemlisi “Bu insanlar bize iyi ki hala güveniyorlar”.

Perşembe İkindisine Cum’a Denen Yerler
Geldiğimiz yoldan Dağkapı tarafına geri dönüp, İçkale denilen kısmı ziyarete başladık. Burası size adeta asırlar arası seyahat ediyormuşsunuz hissi veriyor. Çok farklı tarihlerde, farklı uygarlıklar tarafından, farklı mimari özellikleri olan yapıları bir arada görmeniz mümkün. O gün günlerden perşembeydi ve ikindi vakti yaklaşmak üzereydi. İçkale’deki eserlerden,  Hz. Süleyman Cami denilen yer, Halid Bin Velid’in oğlu Süleyman ve onunla birlikte şehit düşen 27 sahabenin kabirlerinin bulunduğu yer. İçkale’deki turistik kalabalığın yanı sıra, Hz. Süleyman Cami’deki izdiham gibi kalabalık ve sesli bir şekilde okunan Kur’an-ı Kerim’e bir süre anlam veremedik. Kalenin üst kısmından acaba cenaze mi var yorum yaparken yanımızdaki orta yaşlı bir amcaya kalabalığın sebebini sorduk. Diyarbakır şivesiyle “Bugün cum’adır ya, burada her hafta cum’a günü toplanılır, böyle Kur’an okunur” diye cevap verdi. Biz refleks olarak bugün cum’a değil ki Perşembe dedik ama çok geçmeden, İslamiyet’in zaman taksimi ve burada hala yaşatılan bir uygulama olduğu zihinlerimize kazınmış oldu.
İçkale’de bulunan eserleri gezip inceledikten sonra, hemen oradaki merdivenlerden kalenin üstüne çıkıp, Ahmed Arif şiirleri eşliğinde, manzara keyfi yapabilirsiniz. Gün ikindiye dönmüş olsa da daha gezilip görülecek çokça yer vardır. Mardinkapı’ya doğru yola koyulmak ve bu yol üzerinde biraz girintili çıkıntılı ilerlemek suretiyle Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmet Arif Müzeleri’ni de es geçmemek gerekir. Diyarbakır farklı dini öğeleri bünyesinde barındıran şehirlerimizden biri olması hasebiyle pek çok kiliseye de rastlayabileceğimiz bir yer. Pek çoğunun hali hazırda cemaatleri olan bu kiliselerin de hepsini olmasa da birkaçını görme fırsatımız oldu. Aziz Petyün Kilisesi bunlardan biri.  Mardinkapı’ya doğru ilerleyişimiz devam ederken, Balıkçılarbaşı semtinde bulunan Dört Ayaklı Minare olarak bilinen eseri ve camisi de incelemeye değer. Bu minare, camiden ayrı dört sütun üzerinde yükselen kare planlı mimarisiyle Anadolu’daki tek örnektir. Bu ziyaretten sonra, görmeden geri gelmeyin diyebileceğimiz “Dengbêj Evi”nde bulduk kendimizi. Dengbêj sözcüğü deng (ses) ve bej-tin (söylemek) sözcüklerinden oluşan Kürtçe bir birleşik sözcüktür. Dengbêj ülkemizin bir takım bölgelerindeki, âşıklık-ozanlık geleneğine benzer bir Kürt geleneğidir. Mutluluk, üzüntü, sevgi, keder, trajedi gibi olayları müzik aleti olmadan ritim ve melodilerle süsleyen kişilere Dengbêj denmektedir. Kürtlerin sözlü tarih alanında önemli bir yere sahip bu geleneği hala yaşatmaya çalışan bu insanlar Diyarbakır’daki Dengbêj Evi ve Kültür Bürosu’nun kapılarını ziyaretçilere açmışlar. Oradaki güzel insanlarla tanışıp, çaylarını içip ayrıldık. Dengbêj evinin hemen yanındaki Behram Paşa Cami’yi de ziyaret edip başka bir yere uğramadan Mardinkapı’ya gittik.

“Mardinkapı’sından atlayamadım” diye başlayan meşhur türkü, sanılanın aksine Mardin değil bir Diyarbakır türküsüdür. Eskiden Diyarbakır’ı Mardin’e bağlayan yola baktığı için Mardinkapı denilmiş buraya. Kapıdan surların dışına çıkıp, karşıya geçerek önünüze çıkacak mezarlığın hemen altında oturup manzarayı seyre dalın. Suzan Suzi türküsünden aşina olduğumuz Kırklar Dağı, Suzan’ın saçlarının toprağa karıştığı serin Dicle suyu ve yine türküde yer bulan On Gözlü Köprü ayaklarınızın altında.

Uzun ve yorucu günün ardımdan artık yemek vakti gelmişti. Diyarbakır'ın meşhur lezzetlerini tadabileceğiniz, Kaburgacı Selim Amca'nın yerinde ziyaretimizi zirvede bırakmış olduk. Etten pek hazzetmeyen ben bile, hayatımda ilk kez bir lezzet alarak et yemiş oldum. Bu arada aslında tarifesi biraz tuzlu olan buranın güleryüzlü personeli unuttukları ayran sayesinde hesabı neredeyse yarı yarıya düşürdü =)

İşin sadece gezme tozma boyutuydu tüm bu anlattıklarım aslında. Tüm bunlar, Diyarbakır'ın genci yaşlısı kibar ve kalender  insanları, yüzyıllar arasında geziniyormuş hissi hala uyku ve uyanıklıkta yanıbaşımızda bizi diri tutmaya yetiyor.

Bu da Diyarbakır hatırası olsun. Bütün "diyarbakır gibi düşündüklerimiz"e gelsin :

http://www.youtube.com/watch?v=wq7vzbyyID0



3 yorum:

  1. Diyarbakır'ı çok güzel tarif etmişsiniz. Toplumun büyük bir kesiminin önyargılarla yaklaştığı Diyarbakır'ı, alışılmışın dışında bu şekilde tarif, tasvir eden birilerinin varlığını görmek, Manevi Nur'unu sahabelerden alan kadim kent Diyarbakır açısından umut vericidir diye düşünüyorum.

    From the one "name or title-non-required"

    YanıtlaSil
  2. Bu güzel, nezih yazınız için sizi tebrik ediyor ve size teşekkür ediyoruz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Diyarbakır Peygamber duasına mazhar olmuş nadide şehirlerimizden biri, üstelik Hz.Ömer'in de Diyarbakır'a ilişkin o bir kez feth edilmiştir o da İslamiyetle müşerref olduğu zamandır mealinde bir sözü olduğu rivayet edilir.

      Okuyup yorum yazma zahmetinde bulunduğunuz için ben teşekkür ederim

      Sil